Hep sonbaharda gittiğim ve taş rengiyle bütünleştirdiğim hatta taşın burada dile geldiğine inandığım Mardin’i bu kez bahar çiçekleriyle yemyeşil görmek benim için oldukça inanılmazdı. Gitmeye, keşfetmeye doyulmayan şehirlerden Mardin. Cana yakın ve yardımsever insanları, uçsuz bucaksız Mezopotamya manzarası, kültürler arası mozaiği ile beni birçok kez daha kendisine çekeceğine eminim.
Mardin uçak saatleri çok uymadığından programa Diyarbakır uçuşu alarak ve de Tarihi Hasanpaşa Hanı’nda Diyarbakır kahvaltısı yaparak başlıyoruz. Bu han 1500’lü yıllarda dönemin valisi Hasan Paşa tarafından yaptırılmaya başlansa da vali başka bir göreve atandığından bitirmek Osman Paşa adlı valiye nasip olur. Biraz Sur içinde gezinip Mardin yoluna koyuluyoruz. Diyarbakır-Mardin arası 90 km ve yollar oldukça güzel.
İlk olarak Mardin-Nusaybin yolu 30. km’de bulunan Dara Harabeleri ile başlıyoruz, bu antik kent Doğu Roma İmparatorluğu’nun askeri garnizonu olarak 505 yılında kuruluyor. Kaya içine oyularak yapılan şehir tıpkı Nebatiler’in MÖ inşa ettikleri Petra Antik Kenti’nin bir minyatürü şeklinde. Tarihte ilk olarak sarnıç ve baraj sisteminin burada kullanıldığını öğreniyoruz. Ardından Eski Mardin gezimize Artuklu döneminde yapımına başlanıp Akkoyunlu Hükümdarı Cihangiroğlu Kasım Paşa zamanında (1457-1502) tamamlanan Kasımiye Medresesi ile devam ediyoruz. Avlusunda bir çeşme ve havuz bulunan medrese o dönemin mimarisini günümüze kadar taşıyabilmektedir. Sıradaki durağımız Süryani halkının aktif olarak da kullandığı Deyr-ul Zafaran Manastırı, adını etrafında yetişen safran (zafaran) bitkisinden almaktadır. Burası için dünyada yaşayan tüm Süryanilerin bereket ve dua etmek için yani ‘Hacı’ olma yeri desek sanırım yanılmayız. Süryani rehberimiz eşliğinde manastırın kilise, tıp okulu, sin tapınağı, vaftizhane ve mezar bölümlerini ayrıntılı olarak geziyoruz. Manastırın etkisinden hiç çıkmadan Şar Mahallesi’nin taş kaplı sokaklarından yürüyerek Mardinli çocuklarla sohbet ederek Mor (Aziz) Behnam ve kız kardeşi Saro adına Kırklar Kilisesi’ne gidiyoruz.
Hz. Muhammed’in sakalı şerifininde içinde bulunduğu Mardin Ulu Cami’nin minaresinde İslamiyet’in ilk yüzyıllarında kullanılan ‘Kufi Yazı Dili’ ile yazılı olan Kelime-i Tevhidin aynı şekilde yazıldığı bir telkâri kolyeyi bereket getirmesi dileğiyle Mardinli gümüşçülerden ediniyorum. Ulu Cami’nin eyvanında da tıpkı Kasımiye Medresesi’nde olan Artuklu Çeşmesi mevcut. Derin bir felsefe örneği olan çeşmede su, insan hayatına benzetiliyor, kaynağından doğuyor ve küçük havuzda çocukluk günlerini tamamlayıp daha büyük olan yani yetişkinlik çağı olan havuza geçiyor. Ve en son olarak mezarı simgeleyen havuza yani kaçınılmaz sona akıp oradan kanalla toprağa karışıyor. Bu felsefe gerçekten insanı çok etkileyip, çok düşündürüyor…
Mardin’in simgelerinden olan PTT Konağı, Zinciriye Medresesi, Şehidiye Medresesi, Hatuniye Cami, Sabancı Kent Müzesi ve Mardin Kent Müzesi gördüğümüz diğer yerler arasında.
Hem tarihi dokuyu hem de kültürler arası mozaiğin mutfağa yansıyan şeklini deneyimleyebilmek adına Cercis Murat Konağı ve Bağdadi akşam yemeği mekan tavsiyem olacaktır.
Midyat
Bu gezide konaklama tercihim 1600 yıllık muhteşem bir Süryani Konağının restore edilmesi ile ortaya çıkan Midyat Shmayaa Butik Otel oldu. Dinlerin ve dillerin buluştuğu yerMidyat ile ilgili yazılı bilgiler MÖ 13. yüzyıla kadar uzanıyor. Yerli turistler için keşfi, konaklı dizilerle de olsa yöre halkı artan turizmden oldukça memnun. Midyat sokakları, telkaricileri, evde yapılan Süryani şarapları ve her daim karşılaşabileceğiniz dizi setleri ile misafirlerini ağırlamaktan mutlu. Dünyanın ayakta duran en eski Süryani Ortodoks manastırı olan Mor Gabriel Manastırı’ı Deyrulumur Manastırı olarak da anılmakta ve Midyat’ın 23km güneydoğusunda yer alıyor. Mutlaka görülmesi gereken yerlerin başında.
Midyat’ta otelin çıkışında o gün doğan keçi yavrusunu severken yanımıza gelen Hasret bize rehberlik etmeyi teklif etti ve tabiki kendisine hayır diyemedik. Hasret ile birlikte Mor Abrohom Kilisesi, şuan çekim olan Midyat Konuk Evi ve minyatür bir kültür merkezi havasına dönüştürülen Midyat Mağaralarını gezerek kendisine veda ettik.
Hasankeyf
Sular altında kalmadan bir kez daha görmenin nasip olduğu Hasankeyf… Önceki gelişlerimizde Çoban Ali’nin bize buranın tarihini anlatıp, dibek kahvesi ikram ettiği mağaralara artık çıkış yok, çok yakında sular altında kalacak. Tarihi eserler şehrin ‘yeni’ kısmına milyon liralar harcanarak taşınmaya, insan eliyle tarihin katloluşu ancak bu şekilde olurdu dercesine hummalı bir çalışmayla devam etmekte. Henüz hizmete açılmamış olsa da bir kısmını gördüğümüz Hasankeyf Müzesi, Orta Çağ’ın en zengin kentlerinden biri olan Hasankeyf’in aslında ilk çağdan itibaren bu topraklar üzerinde olan yaşamın kanıtlarını gözler önüne sunuyor. Evleri sular altında kalacak olan insanlar için yeni evler yapılmış ve beş yıl ücretsiz oturduktan sonra ödemeler başlayacak ama halk eski düzenini hiç bozmak istemiyor.
Ve Hasankeyf’e buruk bir şekilde veda ederek Diyarbakır’a doğru yola çıkıyoruz. Uçağa binmeden önce Ciğerci Umut ve Kadayıfçı Sıtkı Usta’da ufak gastromolalar vererek İstanbul’a dönüyoruz…